Kahrolsun 140 karakter! #BRDH

blank
Geçen ay bir çekiliş yaptık, kitaplar verdik, o kitaplar okundu, fotoğrafları bile çekildi ama Sezer hâlâ bir yazı yazmadı. Bir Yılmaz Özdil değiliz, her gün yazmamız gerekmiyor ama bir aydır hiçbir şey yazılmayan bir siteyi ben olsam takip etmezdim. Her defasında sigarayı bırakıp yeniden başlayan insanlar gibi blog yazarları da zaman zaman gaza gelip bundan sonra daha sık yazacağını iddia eder. Bu son yılların vazgeçilmez modası oldu. Bundan tam iki yıl önce şu yazıda da bu konuya değinmiştim inceden.

Tam da böyle bir durumun üzerine Beyazıt (anarschi.com) yarama tuz basarak beni mimlemiş. Bu mim ile birlikte Blog Ruhunu Diriltme Harekatı (#BRDH) diye bir de kampanya başlamış. Mimin konusu tam olarak “blog yazarken bizi yoran, yazmaktan soğutan nedenler ve bu duruma karşı geliştirebileceğimiz alternatif çözüm yolları” imiş.

İlk paragrafta söylediğim ve yazıyı yazmadan önce Beyazıt’la da uzun uzun konuştuğumuz üzere, blog dünyasındaki sinerji ve etkileşim ne yazık ki zaman içinde azalarak yok oldu. Birkaç yıl önce -Twitter yokken ve Facebook bu kadar yaygın değilken- bloglara girilen yazılar, o yazılara yapılan yorumlar ve tüm bunların getirdiği sosyal etkileşim çok keyifli bir mecra yaratmıştı. Şimdilerde kimsenin dilinden düşürmediği sosyal medya aslında o mecranın ta kendisi. Sonra köşedeki bakkal amcanın bile üyesi olduğu Facebook popüler oldu. Zaman içinde birçok blog kapandı. Kaynak sıkıntısı çekmeyen teknoloji siteleri hariç diğer tüm blogların üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi oldu. Twitter’ın da insanların isimlerinden sonra kullandıkları ikinci kimlikleri olmasıyla birlikte 140 karakterlik sıkıştırılmış cümleler bloglara ölüm vuruşunu yapmış oldu.

Gelelim aldığımız mimin cevaplarına. Blog yazarken bizi yoran, yazmaktan soğutan sebepler nelerdir? Bugüne kadar edindiğim tecrübelere istinaden birkaç maddede inceleyebiliriz bu konuyu.

  • Birinci ve belki de en önemli sebep, gerçek hayatta kim olduğumuzun bilinmesi. Geçen zaman ile birlikte sadece kelimelerbenim.com’un yazarı olarak kalmak yerine yola gerçek adınızla devam etmeniz, blogunuzu, sizi tanıyan insanlarla paylaşmanız, o blogun size ait olduğunu ailenizin, yakınlarınızın ve iş arkadaşlarınızın ve hatta kız arkadaşınızın bilmesi. Çünkü blog sıradan şeylerin dışına çıkmak istediğiniz yerdir. “Bakalım Sezer en son ne yazmış” denildiğini bildiğiniz bir sitede hayatınıza dair çok fazla şey paylaşamazsınız. Bir arkadaşınızın en sevmediğiniz özelliğinden, sevgilinize almak istediğiniz bir hediyeden, siyasi görüşlerinizden, bütün hırsınızla küfretmek istediğiniz patronunuzdan, ailenizin sizi anlamıyor oluşundan, yaptığınız küçük kaçamaklardan, dini inançlarınızdan ve daha birçok şeyden bahsedemezsiniz. Geriye ne kaldı dediğinizi duyar gibiyim. Ben de onu diyorum işte, bir şey kalmıyor. Bu işe yeni başlayacaklara bir ipucu olsun.
  • İkinci sebep sosyal medya denilen baş belâsı. Anlık mesajlaşmalar, ömrü kelebeğinki kadar olan tweetler, saçma Facebook paylaşımları, sürekli orda-burda yapılan check-in’ler, sözlüklere yazılan ve itina ile ssg zengin edilen entryler internette harcayabileceğiniz zamanın tümünü sömürüyor. Bir blog yazısı yazmak yerine Ahmet’in paylaştığı komik resmi Mehmet’in duvarında paylaşmak hepimizin en sık yaptığı şey ve bu Ahmet – Mehmetlerin de komik resimlerin de sonu yok.
  • Bu dahil olmak üzere ortalama bir blog yazısı hazırlayıp yayınlamak en iyi ihtimalle iki saatten fazla zaman alıyor. Peki bunca emek harcadığınız bir yazıya bir veya iki yorum gelmesini nasıl yorumlarsınız? Ben böyle uzun bir yazıyı buraya yazmasaydım da her zaman yaptığımız gibi iki – üç cümleye sığdırıp Facebook’ta paylaşsaydım şimdi olduğundan daha mı az dönüş alacaktım? Hayır. Belki de daha fazla yorum alırdım. Yazdığım şey, başka bir arkadaşımın komik resim paylaşmasıyla sayfanın aşağısına kayar, bir süre sonra da yok olur giderdi. İşte sürekli yaptığımız da tam olarak bu. Fikirlerimizi öğütüp yok ediyoruz.
  • Çoğunlukla yazdıklarımızı yarım bırakıp taslaklar klasöründe kendi kaderine terk ediyoruz. Peki neden? Nedeni aslında çok açık. Beğenilmeyeceğini ya da gerçekten saçma olduğunu düşünüyoruz. Yazdıklarımızın, okuyucular tarafından değersiz görülebileceği şüphesiyle yayınlamaktan vazgeçiyoruz. Çoğu zaman da sosyal medyada ilgi gören içeriklerle kendi yazılarımızı kıyaslayarak düşüyoruz bu yanılgı içine. Oysa saçma da olsa, sıradan da olsa yazmak istediklerini yazmalı insan. Sonuçta National Geographic dergisine bilimsel makale yazmıyoruz.

Blog ruhunu diriltmek, bana sorarsanız kolay olmayacak. Çünkü tarih boyunca hiç kimsenin engel olamadığı değişim ve zamanın evriminden internet de nasibini aldı. Ben internet ile 90’ların sonunda tanıştım. Her geçen dakikada telefon faturasını kabartan, pahalı bir internet vardı o zamanlar. Şöyle bir düşünüyorum da o yıllarda insanlar internete o kadar yabancıydı ki benim dışımda internet ile uzaktan veya yakından ilgisi olan tek bir arkadaşım yoktu. Sonra belli bir yaşın üstündeki insanlar yavaş yavaş internete girmeye, Hotmail’den mail hesapları almaya, IRC’de chat yapmaya başladılar. Bu süreç bir şekilde kendini geliştirdi ve bir gün blog kavramı ortaya çıktı. Üreticinin az olduğu yerde kişi başına düşen talep çok olur. Blog yazarları için de aynı şey oldu. Yazdıklarının okunduğunu bilen bir insan daha çok yazar. Çok yazıldı, çizildi, derken blog okuyanların birçoğu “ben de yazabilirim” düşüncesine kapıldı. Okuyandan çok yazan olunca bu gelişim süreci de kendisini frenlemeye başladı.
Facebook’u çoğumuz eleştiririz. Eleştirilmeyi de hak ediyor fakat şöyle bir gerçek var ki bugünkü sosyal medyanın bu kadar güçlü olmasını, diğer ülkeleri bilmem ama Türkiye’de internetin normalde olacağından onlarca kat fazla insan tarafından kullanılmasını ve hatta Twitter’ın bu kadar büyümesini sağlayan Facebook’un ta kendisidir. Şöyle bir düşünün, internet ile bağlantısı sadece Facebook’tan ibaret olan arkadaşlarınız yok mu? Peki, o arkadaşlarınız ya da yakınlarınızın bu site dışında internete girmek için bir sebepleri var mı?
Yazının başlığını abartılı bulabilirsiniz, konuya biraz daha mizahi bir yaklaşım olsun diye öyle yazdım. Tüm bu yazdıklarımızın faturasını yalnızca Twitter’a kesmek doğru değil fakat siz de sıkılmadınız mı artık şu tür kalıplaşmış saçmalıklardan? [1] [2] [3] [4] [5]  Ve işin ilginç yanı şu ki bunları yüzlerce insan RT ediyor.

Twitter’da saçmalayarak herkesin aynı olduğu yerde ben farklıyım imajı çizmeye çalışmak, bir şeyler üretmekten daha çok prim yaptığı için blog ruhu kolay kolay dirileceğe benzemiyor. Ama yine de umut var. Değişime kendimizden başlamalıyız. Şayet bu yazıyı Twitter’da paylaşırsanız yazdığınız tweet’in sonuna #brdh etiketini eklemeyi unutmayın. Ben de bu mimi Caner, Halis, Çağrı ve Sunipeyk‘e gönderiyorum.

Bu yazıyı paylaşmak istersin diye buraya renkli düğmeler koydum
blank
Blog Yazarı
Sezer İltekin
Bu konuyla ilgili bir fikriniz var mı?

8 Yorum