Çiğköfte

“Pardon, çiğköfte alabilir miyiz?” diyorum. Bu herzaman gittiğimiz dönercideki, müşterilere kişi sayısı kadar çiğköfte ikramının sipariş edilen ürünle beraber getirilmesi geleneğinin bozulmasına gösterdiğim tepkiyi, ‘devamlı müşteri’ olmamızın verdiği rahatlıkla arkama bakmadan dile getirebiliyorum. Devamlı müşteri olmak kavramı, ülkemizde, en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm müesseselerde yürürlükte olan bir anayasa gibi sağlamdır. Amerikan filmlerindeki ‘herzaman aynı yerde yeriz’ bokuna denk olan kavramdır ‘devamlı müşteri’. En azından tepkime karşılık vermeyecek derecede tecrübeli olan garson, birkaç saniye içinde kendisinden daha kıdemli olmadığını bakışlarından anladığım başka bir garsona ‘masa yedinin çiğköftesini getirmemişsiniz’ diyerek, aslında bizim müşteri egomuza cevap veriyor. Kıdemsiz garson çiğköfte getirmek için merdivene doğru hamle yaparken, kıdemli garsondan, masaların ikramlarını unutmayın ihtarı alıyor. O anda kıdemsiz garsonun beyninden geçen muhtemel küfürlere maruz kalan ben, arkadaşım ve kıdemli garson, aramızdaki anlaşmayı medeni iki insan gibi, tepkiden bir önceki halimize dönerek karşılıyoruz.
Bir dakika içinde, limonunun küçüklüğünden kıllandığım iki tek çiğköftemiz, masamıza, turuncu, porselen bir tabakta geliyor. Arkadaşım henüz ağzını açıp tek kelime bile etmedi. Mekanın ‘devamlı müşterisi’ olmadığından gelen çiğköftenin bana ait olduğunu sanıyor, ya da en azından ikisinden birinin ona ait olduğundan emin değil. Limonu çiğköftelerin üstüne sıkıp birinden ısırıyorum.
Arkadaşımın da çiğköftesini benimsemesini istiyorum. Serçe parmağımla, turuncu, porselen tabağa, arkadaşıma bir ya da iki santim yaklaşacak kadar baskı uyguluyorum. Bir nesneyi kişiye yaklaştırmak, kişinin o nesneden tasarruf etme yetkisini kayıtsız şartsız kabul ettiğimizi gösterir. İşe yarıyor. Sadece yemekle ilgilenen, garsonlarla aramızdaki iletişimi anlamsız tebessümlerle karşılayan arkadaşım çiğköftesine sahip oluyor. O anda, düşman tabyalarına pimi çekilmiş bir el bombası ulaştırmış kadar seviniyorum. Arkadaşım, tüm bu çabamdan bihaber, ‘acı değil bu çiğköfte’ diyor…
Aradan bir dakika geçmeden elindeki büyük servis tepsisinin içinden aldığı lacivert renkli daha büyük bir porselen tabakla beraber, kendisini daha önce gördüğüm ve umumi esprilerine servis anlarında maruz kaldığım üçüncü bir garson üzerimize doğru geliyor. Yere bomba bırakan bir savaş uçağı gibi masamıza lacivert tabağı bırakıp, aynı hızla arka çaprazımda kalan masaya siparişlerini sunuyor. Tabağa baktığımda beş tane çiğköfte, iki tane etine dolgun limon görüyorum. Birkaç saniye içinde beynimde binbir tilki dolaşıyor. Önce, ilk verdiğim tepkinin başka bir garson tarafından duyulup, porsiyon çiğköfte sipariş ettiğimi düşünüp bu isteğimi işleme koyduğunu düşünüyorum. Aşağı yukarı üç liramın, o anda yemek istemediğim 5 çiğköfteye gideceğini düşünüp dehşete düşüyorum. Kafamı 135 derece döndürüp garsona bakış atıyorum. Garson hâlâ aynı masayla ilgilenirken, döner yemeyi bırakıyor ve garsonu bekliyorum. Tam o anda, sol tarafımdan geçerken, ‘usta, bunları yanlış getirdin galiba’ diyorum. Gözlüklerinin altından küçülen gözbebeklerini görebiliyorum. Usta deyişimdeki yöresel sıcaklık, benden en fazla 5-6 yaş büyük bir adamla aramızdaki hukukun derecesini yükseltiyor.
Gülümseyerek ‘Yanlış getirmedim’ diyor. Kendimi, dönercinin içindeki yirmiye yakın kişi arasındaki ayrıcalıklı kişi hissediyorum. Bir kişiye ikram edilen bir köftenin, bizde üçbuçuk köfteye çıkması, ‘devamlı müşteri’ olduğumu kanıtlıyor. En samimi olduğumuz üçüncü garson eğilip, kulağıma ‘yemeyeceksen geri götürürüz abi’ cümlesini fısıldayarak, nüktenin sınırlarını zorluyor. Garsonun müşteriye fısıldayarak birşeyler söylemesi, dönerci içinde illegal bir rüzgar estiriyor. Tuhaf mimiklerle, garsonu selamlıyorum ve hattâ ‘sağol’ diyorum.
Bu sahne sona erdiğinde özgüvenimi okşayan bu olayın etkisini, arkadaşımın gözlerine bakarak ölçmeye çalışıyorum. İlk sözü benim söylememi bekliyor. ‘Gördüğün gibi, bir ağırlığımız var diyorum’. ‘Tabii olacak o kadar’ diyerek beni onaylıyor. Gelen çiğköftelerin birinde, başparmağın yarısından daha büyük bir oyuk görüyorum. Belki yirminci defa çiğköfte yemenin verdiği tecrübe ve güvenle, ‘bu iş böyle yapılır’ diyorum. Gelen çiğköftelerin ikişer tanesini yedikten sonra kalan bir taneyi yemesi için arkadaşıma ‘ye onu’ diyorum. ‘Ben mi?’ diyor. Yok babam klişesine girmek üzereyken kendimi frenliyorum. Evet sen diyorum…
Devamlı müşterinin kalbini kazanmayı başaran, getirmeyi unuttuğu ya da ihmal ettiği iki çiğköfteyi artı beş çiğköfteyle telafi etmeye çalışan cefakâr esnafa saygılarımı sunarak hayırlı işler diliyorum ve kasaya gidiyorum. Hesabı öderken, gözüm iki basketbol topu büklüğündeki dev çiğköfteye takılıyor…

Bu yazıyı paylaşmak istersin diye buraya renkli düğmeler koydum
blank
Blog Yazarı
Sezer İltekin
Bu konuyla ilgili bir fikriniz var mı?

3 Yorum